5 Mart 2011 Cumartesi

Ninni.....



Hafta sonu gazete okumak çocukluğumdan beri en büyük zevkimdir ve yine baharın kendini yavaş yavaş hissettirdiği bir Çin sabahında nehrin karşısında hafta sonu ekleri arasında dolaşırken aşağıdaki röportaja rastladım.Çocuklukta dinlediğim ve beni teskin eden ninniler geldi aklıma.Aslında modern zamanların bize sunduğu çözümlere mal bulmuş mağribi gibi atladığımızı ve binlerce yıldan beri çözümün tarihimizde ve kültürümüzde yattığını hatırladım.

Bundan yaklaşık on beş sene önce üniversite yıllarımda aylık bir dergiyi sık sık ziyaret ederdim ve derginin herşeyi olan yazar bir büyüğüm ninnilerden bahsedip ninni ve masalın öneminden dem vurmuştu ve şimdi yavaş yavaş önemini kavramaya başladığımızı farkettim.

Sizleri röportajla başbaşa bırakayım...

http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/17187926.asp?gid=66

Eylül Akşamı...


Bahar geliyordu ama benim mırıldandığım şarkı Eylül’dü.Zannedersem bu şarkıyı ilk 90’lı yılların başlarında özel radyoların ilk açıldığı yıllarda dinlemiştim.Müzikten uzak bir çevrede büyüyen ben, bir hafta sonu ailemin yanına izne geldiğimde radyoda bu şarkı çalıyordu.Ruhumu okşamıştı ve sanki birileri beni dinliyor ve kulağıma güzel sözler fısıldıyordu.Sonradan belli fasılalarla bu şarkıyı dinlemiş ve söyleyenin Bülent Ortaçgil olduğunu öğrenmiştim.Son Türkiye seyahatimde tv’de bir film fragmanında yine bu şarkıya rastlamıştım.Filmin adı ‘Aşk Tesadüfleri Sever’di ve baş rol oynayan çocuk bu şarkıyı bir barda aşık olduğu kıza söylüyordu.Her ne kadar görüntülü olduğundan ötürü hayal dünyamızı sınırlasa da güzeldi ve bana güzel anlar hatırlatmıştı.Hani insanın ağzına bazen bir şarkı takılır ve günlerce iç ses olarak mırıldanırsınız ya tam o moddayım.Bıkana kadar dinlemek istiyorum..

Eylül Akşamı / Bülent Ortaçgil
hiçbir neden yokken,
ya da biz bilmezken tepemiz atmış
ve konuşmuşuzdur...
onca neden varken
ve tam sırası gelmişken
hiçbirşey yapmamış
ve susmuşuzdur...
aynı anda aynı sessiz geceye doğru
içim sıkılıyor demişizdir
aynı sabaha uyanırken
kimbilir
aynı düşü görmüşüzdür
olamaz mı?
olabilir.

onca yıl sen burada
onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş
şu eylül akşamı dışında

belki benim kağıt param,
bir şekilde, döne dolaşa
senin cebine girmiştir
belki aynı posta kutusuna,
değişik zamanlarda da olsa,
birkaç mektup atmışızdır
ayın karpuz dilimi gibi
batışını izlemişizdir deniz kıyısında
aynı köşeye oturmuşuzdur köhnede
belki de birkaç gün arayla
olamaz mı?
olabilir.

onca yıl sen burada
onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş
şu eylül akşamı dışında.

bostancı dolmuş kuyruğunda
sen başta ben en sonda
öylece beklemişizdir...
sabah 7:30 vapuruna
sen koşa koşa yetişirken,
ben yürüdüğümden kaçırmışımdır
aynı anda başka insanlara,
seni seviyorum demişizdir....
mutlak güven duygusuyla,
başımızı başka omuzlara dayamışızdır
olamaz mı?
olabilir.

onca yıl sen burada
onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş
şu eylül akşamı dışında.

Sabredenleri Müjdele!


Bazen boğazına yumru gibi birşey saplanıyordu ve gitmiyordu.Bazen de burnunun direği sızlardı ama nedendi tarif edilemezdi.Uzaklardan aniden bir haber gelirdi o an kala kalırdı.Hayal ederdi o an;kuş olup uçmayı ,sevdiklerine kavuşmayı ,dertleşmeyi fakat o sadece rüyalarda olurdu veya sadece hayal dünyasında...Gerçek hayat öylemiydi insana sabrı öğretirdi.Çocukluğunda istediği bir şeyin hemen yapılmasını isterdi ama babası ona hep sabrı tavsiye ederdi.Sonradan Kuran’da hep sabredenlerle ilgili müjdeleri okuyunca kalbi ferahlamıştı.Bazen sadece ve sadece susmak ve beklemek dertlerine ilaç olurdu.Aklına Hz. Meryem’in duası gelirdi.Sevdikleri onu terkettiğinde bir can dostu ona Hz. Meryem gibi hareket et demişti. Üç gün sus,konuşma ve sadece dua et.Kimi zaman candan canandan gelen sözler kalbini ok gibi deler geçerdi.Susardı ve sabrederdi sadece, aslında konuşmayı dertleşmeyi espriyi severdi ama o acımasızca sabrı öğrenmek için imtihandaydı.Yaradan böyle istemişse kul ne yapabilirdiki teslim olmak ne güzeldi.Zor da olsa koşulsuz teslimiyet aslında rahatlıktı ve hep o muhteşem söz aklına gelirdi.’Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar, rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalırdı.’ O hep aldanmayı severdi ve duaları hep o minvaldeydi . Ya Rab bizleri aldatanlardan eyleme!

23 Şubat 2011 Çarşamba

‘ Ben gideyim ki tâ benden sonra daha hayırlısı gelsin’ Hz İsa


Hayatta en çok sevdiğim veda cümlesi Hz. İsa’nın Hz. Peygamberimiz için kullandığı ‘Ben gideyim ki tâ benden daha hayırlısı gelsin duasıdır.’Ne muhteşem bir duadır ki insanı en derinlerinden yakalar.Çocukken bu duayı Hz İsa’nın peygamberimizin gelişini İncil’de müjdelediği bir cümle olarak hatırlardım.Ne zamanki Senai Demirci’nin bununla ilgili bir yazısını okudum ve beni bu dua bir anda farklı düşüncelere sevketti.Gitmek fiili hayatımda hep varolduğundan ötürü bu duayı hep eder oldum.
Aslında herkes her zaman gitmekteydi biryerlere ama ben çok uzaklara gittiğim ve geç döndüğüm için sanki bu dua sadece benim içindi.Bu dua ayrılığın acısını bir nebze olsun azaltıyor gibi geliyordu bana ve benden daha hayırlı insanların olduğunu bilmek mutlu ediyordu.Kavuşmak fiili ne kadar güzel ve şefkatli ise ayrılmak, gitmek o kadar acıtıcı idi.Fakat bu dua ile ayrılmak bile gözüme, kalbime bir hoş gelmeye başlamıştı.Belkide sadece bu dua için bile hicret edilirdi.
Bazen Çin içinde yaptığım seyahatlerde aniden karşıma çıkan sahabe mezarlarını gördüğümde o an dururum, hislenirim ve bir an vatandan, sevdiklerinden ,alemlerin en sevgilisinden ayrıldıkları o an aklıma gelir ve bir daha birbirlerini görememek üzere ayrılmaları gelir ve hüzünlenirdim.Ama onlar gittikleri yere mühürlerini vuran şahsiyetler oldukları için gidişleri çok hayırlı olmuştu.

25 Ocak 2011 Salı


Koh Adası

Pattaya’dan tekne ile yaklaşık 45 dk uzaklıkta irili ufaklı adalar mevcut. Adalara varır varmaz sizi tropikal ağaçlar ve harika meyvelerin satıldığı tablalar karşılıyor..Aralık ayının sonunda inanılmaz sıcaklık insanı rahatsız ediyor.Adalarda ulaşım yerel halkın kullandığı motorlarla veya tüm Pattaya’daki ulaşım gibi -bizde pikap tabir edilen- arkasına oturma yerleri yapılmış kamyonetlerle yapılıyor.Ve Pattaya içinde bu yolculuklarda bir fiyat yok ,ne verirseniz o oluyor ve ring servisi yapıyorlar.Adada yine şatafatlı Budist tapınakları dikkati çekiyor.Yerel halk tüm tropikal meyvelerin suyunu sıkıp satıyorlar.1 usd gibi bir fiyata büyük bir bardakta dragon,coconut,karpuz suyu,mango ve bir sürü adını bile duymadığınız meyvelerin suyunu içebiliyorsunuz.Koskoca büyük bir tabakta balık ızgara yemek istediğinizde ödemeniz gereken sadece 400 baht bu da yaklaşık 13-14usd gibi bir şey yapıyor ki muhtemelen Trdeki ederi 100tl civarındadır.

Pattaya…

Bangkok havaalanından Pattaya’ya gidecek otobüs arıyorum ve bileti satan bayan şanslı olduğumu ve son bileti bana verdiğini söylüyor.Aksi takdirde 2 saat daha beklemek zorunda kalacakmışım. Bu arada şehre gelirken yol boyunca İngiliz okulları dikkatimi çekiyor.Yan koltukta oturan Avustralyalı yol arkadaşımda o okullardan birinde öğretmenlik yapıyormuş.2008 krizinde BBC ‘de çalışırken işini kaybetmiş ve her İngiliz vatandaşın yaptığı gibi üçüncü dünya ülkelerinin birine kapağı atıp kendi dillerini öğreten öğretmen olmuş.Yol süresince dünya mutfağından söze girip, dünya krizi ile devam edip , sonunda globalleşmenin zararlarından konuşuyoruz ve 145 km göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçiyor.
Otobüsle 2 saatlik bir yolculuktan sonra Pattaya’ya varıyorum.Zor bela motorsiklet bulup arkasına atlıyorum ve otele varıyorum.Gittiğim akşam otelde verilen yemekte christmas kutlaması olacağını söylüyorlar ve yemekte çocukların yapmış olduğu yerel dans ve şarkılar eşliğinde yemeğimi yiyorum.Fakat oda ne genç bir İngiliz sahne alıyor.Yaşı 17-18lerde ve bu gösterinin fakir çocuklar için oluşturulan organizasyon olduğunu söylüyor ve tipik bir misyonerlik numarasıyla para toplama gayretine girişiyor.Akşam şehir turu atıyorum ama şehir tamamen bitmiş vaziyette.Sefahette gelinen son nokta olduğu gözüküyor.Şehirde her milletten insan var ama hayatımda bu kadar çok Rus turisti bir arada görmemiştim.Gezerken bir Türk restoranına rastlıyorum. Çalışanların sıkıcı konuşmaları sonunda kendimi otele zor atıyorum.Pattaya şehrinin karşısında muhteşem güzellikte adalar mevcut ve rotamda oralar..

EAT PRAY LOVE

Başrolünde üniversite yıllarımızda gülüşüne aşık olduğumuz Julia Robert var ve ne yazıkki senelere karşı koyamamış gibi görünüyor.Senelerin ömür taşlarından çok şey götürdüğünü görebiliyoruz.Film sıkıcı bir Amerika görüntüleri ile başlıyor.Gelişmişlik ,modernizm hayatta istenilecek çok şeye sahip orta yaşlarında bir kadın. Toplumun ondan beklediği çocuk fakat onun hiç istemediği şey.Geriye dönüp baktığında ben ne yapıyorum, hayatım nereye gidiyor diye varoluş soruları soran bir modern çağdaşımız..Hatun kişimiz Amerika’da her şeyin bir koşuşturma olduğunu keşfeder keşfetmez hemen boşanıyor ve bir anda aniden karşısına çıkan ilk erkek olan bir tiyatro oyuncusu ile aşka yelken açıyor ama onunda ruhundaki boşluğa cevap veremediğini anlıyor ve dünyayı keşfetmeye karar veriyor.Adım adım aşk kavramının nasıl içinin boşaltıldığını hissediyorsunuz ve bedeni hazların aşk dolması altında ne güzel de sunulduğuna şahit oluyorsunuz.Bende uyandıran ilk his tüketmek, tüketmek ve sonunda tükenmek…
Julia Yengemiz filmin ismindeki ilk kelime olan EAT sözünü denemek için İtalyaya yolculuk yapıyor.Yemeğin tam bir zevk için yapıldığı ve yendiği İtalya, insana sanki yemek için yaratılmış hissi veriyor.Güzel Roma görüntüleri ve İtalyanca reklamı altında geçen sahneler insana güzel dakikalar yaşatsa bile sonunda hiçlik ve boşluk hissi yaratıyor.Binlerce sene önce atalarının yaptığı gibi sadece yeme üzerine bir hayat, her ne kadar Amerika kadar sıkıcı olmasa da boşluktan öte bir şey değil.Kocaman bir hiç…Derken orada yemek yeme sanatından sonrada -tabiî ki buna şükretmek lazım diyerek- Holywood artistlerinin kendilerini bulmaya gittikleri yere Hindistan’a gidiyoruz.İtalya’dan sonra insana kaos geliyor ama mistik Hindistan Julia yengemizi çekiyor.Hayatlarının felsefesini kendine güven ve kendine tapınma olarak inşa eden Amerikalı teyzemiz nasıl oluyor da suretlerin önünde ibadet eden insanlara karışıyor ve itiraz etmiyor.İslam olduğunda mantık ve vahşet ön plandayken Budizm’de kuzu gibi oluyorlar.Tabii ibadetle ilgimiz arınana kadar…Ve normal yaşamımız devam ediyor.Tapınaktaki replikler akıllara zarar konuşmalarla geçiyor ve arınma işlemimiz de tamamlanıyor.Tanrıya karşı olan görevimizi de yaptık ,şimdi hayatımızın dengesini bulabiliriz.Dini ihtiyacı ve dua etmeyi filmde part time iş gibi görebiliyoruz.Hani bizim laikçi kardeşlerimiz gibi her şey kalbinde olan insanın, bizim kalbimiz temiz tarzında barışçıl sosa bandırılmış humanist sloganlar içeren mevlanayı bile pazarlamalarına katan soytarı toplulukları.
Ve geldik hayatımızın en önemli şeyine.Aşk tabiî ki bu aşk emekle, sabırla, sevgiyle örülmüş doğu hikayelerindeki gibi kutsal olan değil .Klasik olarak partide tanıştıktan sonra hemen aşık olunan ve güzel müzik ve harika Bali adası eşliğinde dünya insanlarına yutturulan yasak elma.İki ağlama ,güzel ada görüntüleri, yerli halktan oluşturulmuş bazı felsefi Uzakdoğu öğretileri derken tamam Julia yengemiz hem dünyasını ,hemde ahretini kurtardı darısı bizlere.Film 133 dk, müzikleri hoş özellikle İtalya’daki tarih ve Bali’deki harika tabiat görüntüleri insanın hoşuna giden sahneler ama senoryaya baktığınızda içi boş bir kapitalizm masalından öteye gitmiyor.Fakat insana öğrettiği günümüz insanı bir şeyler arıyor, bulamıyor, tüketiyor, daha da çıkmaza giriyor ,acziyeti gözlerinden okunuyor ,çabalıyor ve battıkça batıyor.Filmde sonu beyaz atlı prensle mutluluk oluyor ama perde kapanınca asıl sıkıntı o zaman başlıyor.Bunun cevabı sizlerin aklına geliyormu acaba?? İnsanlık ne arıyor acaba neden boşlukta diye sormadan edemiyor insan…