25 Ocak 2011 Salı


EAT PRAY LOVE

Başrolünde üniversite yıllarımızda gülüşüne aşık olduğumuz Julia Robert var ve ne yazıkki senelere karşı koyamamış gibi görünüyor.Senelerin ömür taşlarından çok şey götürdüğünü görebiliyoruz.Film sıkıcı bir Amerika görüntüleri ile başlıyor.Gelişmişlik ,modernizm hayatta istenilecek çok şeye sahip orta yaşlarında bir kadın. Toplumun ondan beklediği çocuk fakat onun hiç istemediği şey.Geriye dönüp baktığında ben ne yapıyorum, hayatım nereye gidiyor diye varoluş soruları soran bir modern çağdaşımız..Hatun kişimiz Amerika’da her şeyin bir koşuşturma olduğunu keşfeder keşfetmez hemen boşanıyor ve bir anda aniden karşısına çıkan ilk erkek olan bir tiyatro oyuncusu ile aşka yelken açıyor ama onunda ruhundaki boşluğa cevap veremediğini anlıyor ve dünyayı keşfetmeye karar veriyor.Adım adım aşk kavramının nasıl içinin boşaltıldığını hissediyorsunuz ve bedeni hazların aşk dolması altında ne güzel de sunulduğuna şahit oluyorsunuz.Bende uyandıran ilk his tüketmek, tüketmek ve sonunda tükenmek…
Julia Yengemiz filmin ismindeki ilk kelime olan EAT sözünü denemek için İtalyaya yolculuk yapıyor.Yemeğin tam bir zevk için yapıldığı ve yendiği İtalya, insana sanki yemek için yaratılmış hissi veriyor.Güzel Roma görüntüleri ve İtalyanca reklamı altında geçen sahneler insana güzel dakikalar yaşatsa bile sonunda hiçlik ve boşluk hissi yaratıyor.Binlerce sene önce atalarının yaptığı gibi sadece yeme üzerine bir hayat, her ne kadar Amerika kadar sıkıcı olmasa da boşluktan öte bir şey değil.Kocaman bir hiç…Derken orada yemek yeme sanatından sonrada -tabiî ki buna şükretmek lazım diyerek- Holywood artistlerinin kendilerini bulmaya gittikleri yere Hindistan’a gidiyoruz.İtalya’dan sonra insana kaos geliyor ama mistik Hindistan Julia yengemizi çekiyor.Hayatlarının felsefesini kendine güven ve kendine tapınma olarak inşa eden Amerikalı teyzemiz nasıl oluyor da suretlerin önünde ibadet eden insanlara karışıyor ve itiraz etmiyor.İslam olduğunda mantık ve vahşet ön plandayken Budizm’de kuzu gibi oluyorlar.Tabii ibadetle ilgimiz arınana kadar…Ve normal yaşamımız devam ediyor.Tapınaktaki replikler akıllara zarar konuşmalarla geçiyor ve arınma işlemimiz de tamamlanıyor.Tanrıya karşı olan görevimizi de yaptık ,şimdi hayatımızın dengesini bulabiliriz.Dini ihtiyacı ve dua etmeyi filmde part time iş gibi görebiliyoruz.Hani bizim laikçi kardeşlerimiz gibi her şey kalbinde olan insanın, bizim kalbimiz temiz tarzında barışçıl sosa bandırılmış humanist sloganlar içeren mevlanayı bile pazarlamalarına katan soytarı toplulukları.
Ve geldik hayatımızın en önemli şeyine.Aşk tabiî ki bu aşk emekle, sabırla, sevgiyle örülmüş doğu hikayelerindeki gibi kutsal olan değil .Klasik olarak partide tanıştıktan sonra hemen aşık olunan ve güzel müzik ve harika Bali adası eşliğinde dünya insanlarına yutturulan yasak elma.İki ağlama ,güzel ada görüntüleri, yerli halktan oluşturulmuş bazı felsefi Uzakdoğu öğretileri derken tamam Julia yengemiz hem dünyasını ,hemde ahretini kurtardı darısı bizlere.Film 133 dk, müzikleri hoş özellikle İtalya’daki tarih ve Bali’deki harika tabiat görüntüleri insanın hoşuna giden sahneler ama senoryaya baktığınızda içi boş bir kapitalizm masalından öteye gitmiyor.Fakat insana öğrettiği günümüz insanı bir şeyler arıyor, bulamıyor, tüketiyor, daha da çıkmaza giriyor ,acziyeti gözlerinden okunuyor ,çabalıyor ve battıkça batıyor.Filmde sonu beyaz atlı prensle mutluluk oluyor ama perde kapanınca asıl sıkıntı o zaman başlıyor.Bunun cevabı sizlerin aklına geliyormu acaba?? İnsanlık ne arıyor acaba neden boşlukta diye sormadan edemiyor insan…

Hiç yorum yok: